6 Haziran 2010 Pazar

PALYAÇO FARUK

Hem okuyup hem çalışan insanlara gıptayla bakan hısım akrabalarımız, hepimizin etrafında ortak olan sayılı şeylerdendir. Ben o gıptayla bakılan, sırtı sıvazlanan, "eferem oğlum" denilen, sürekli gazlanan insanlardan biriyim. Kanaatimce bunu fazlasıyla  da  hak ediyorum; ama hem okuyup hem çalışan insanlara gıptayla bakan hısım akrabalar benim s.kimde değil. Adam olsalar zaten gençliğimin baharında beni çalışmak zorunda bırakmazlardı, adam olmayanların düşüncesi niye önemli olsun ki. Sanki çalışmayı çok istiyormuşum, çalışmayı kendim seçmişim gibi duruma kutsiyet biçmeler filan, bunlar Doktor Kutsi'ye çekici gelecek davranışlar, benim umurum o kadar ucuz olmamalı.
Asıl anlatmak istediğim ise benim ağır çalışma şartlarım. Malum hayatın pahalılığı, otobüslerde akbili bastıktan sonra duyulan mutluluk sesinin pahalılığı, akbildençıkacakacildurumsesiniduymafobisi, okulda bahçede otururken çay alma görevlendirilmesi sonrası kantinden çay alabilememek, faturalar, ev kirası, ders kitapları... Bunların hepsi beni bu ağır çalışma koşullarına iten sebepler. Yoksa kim palyaço olmak ister ki.
Doğum günlerinde, sünnetlerde, özel günlerde çocukları eğlendirip, kokoş annelerinin rahat etmesini sağlayan, dünya üzerindeki en ağır ve zor iş olmasına rağmen bir o kadar da küçük görülen, eşek götü kadar çekici bir iştir palyaçoluk. En azından benim yaptığım böyle bir şey. Sirkte çalışmadım hiç, çalışmak da istemem.
Birgün yine çok züğürtüm. Bu işi ayarlayan ajanstaki kız arıyor. Yine beni herhangi bir yerde, herhangi bir kokoşun rahat etmesi için herhangi bir çocuğun doğum gününe yollayacak. Durum fena olduğundan istemeye istemeye, ikilemeden kabul etmek zorunda kaldım. Görev yeri Beylikdüzü. Ben Taksim'deyim. Ajansa gideceğim, melzemeleri alacağım, operasyonu başlatacağım. Operasyon başladı.
Otobüste gidene kadar kafamda maçı oynamalıydım. Bu bir strateji meselesiydi. İki saatlik zaman diliminde çocukların sıkılmamasını sağla, anneleri rahat rahat birbirlerine hava atsın, en çok doğum günü çocuğuna yoğunlaş, doğum günü çocuğuna kendini sevdir, ortam onun ortamı onu dinlesinler, sen doğum günü çocuğuna söyle, o da arkadaşlarına söylesin, uygun ortam sağlansın...
Üstümü değiştirdim, palyaço kimliğime büründüm, şimdi maçı oynama zamanıydı. Aslandım ben, bu işin de üstesinden gelirdim, çocuklar zaten iyiydi, ben çok iyimserdim, keşke olmasaydım. Çocukların olduğu yere geldim.
Bu sefer farklı bir şeyler vardı, normalde yüksek sesle  çocukları selamlamam gerekirken gayet pısırık bir şekilde merhaba diye seslendim, sanki okulda bir topluluğu selamlıyordum. Benim yanımda başka bir acayiplik de çocuklar için mevcuttu. Beni hiç sallamadılar. Bir merhaba diyen Baran'dan başka. Zaten merhaba dedikten hemen sonra adını sordum ve adımın Faruk olduğunu söyledim. "Ben Faruk, Palyaço Faruk"
Çocuklara hangi oyunu oynamak istediklerini sordum, bir tek Baran cevap verdi, "sandalye kapmaca" dedi. "Baran sandalye kapmaca iyi bir oyun değildir, aslolan sandalyeyi paylaşmaktır" mealinden lüzümsuz bir şeyler geveledim, çocuk acayip bir şekilde yüzüme baktı, açıklamamı bekliyordu; ama sanki  söylemek istediğimi anladı. Sorumluluğumu paylaşmak için çabalamaya başladı. Heykel oynamaya karar verdik Baran'la. Biz başlayacaktık diğerleri de özenip geleceklerdi, bu aklı bana Baran verdi. Baran çok akıllıydı, aferin Baran'a, Allah razı olsun, delikanlı çocuktu, bana da nasip olsun böylesi.
Çocukların yarısı daha bize katıldı. Hala direnen 6-7 çocuk kalmıştı, onlar da benim s.kimde değildi. Sinir oldum, hepsini, dövesim geldi. Zaten yarım saatim kaldı, az daha dayanayım, hay yaşayayım, 50 lira daha cepteydi, belki bir de bahşiş, akşama birayla mayalanırdım. Ben düşüncelere dalmışken Baran "Noldu abi, niye daldın, karnın mı aç" diye sordu. "Ulan ermiş misin sen" diye söylendim, "Sayılır" dedi. Demesine gerek yoktu, bu çocuk başkaydı, bilimadamları incelemeliydi, beni kurtardı.
Doğum günü bitti, annesi bahşiş vermedi, vermesin keyfi bilir. Tam kapıdan çıkarken Baran'a teşekkür etmeyi unuttuğumu hatırladım. Döndüm ve Baran'a Faruk Abisi olarak teşekkür etmek için içeri girdim. Doğum günü çocuğunun annesine "Baran'ın annesi nerede" diye sordum. Baran'ı tanımadığını söyledi. Çocuklara sordum, onlar da öyle birinin olmadığını söylediler. "Çocuklar saçmalamayın iki saattir oynadınız ya beraber, hani ilk heykel oyununu beraber oynadığım çocuk" dedim. Oyunu hep beraber oynadığımızı iddia ettiler. Piçler dalga geçiyorlar benimle, iki saattir maymunluk yaptığım yetmiyormuş gibi. Ebedi maymunlar.
Allah Allah, cık cık cık cık, hey yarrabbim, nasıl olurdu böyle şey, hayret!
Eve dönmek üzere otobüse bindim, Baran'ı düşündüm. Baran ben giyinirken gitmiştir, diğerleri de palyaçoyum ya "dalga geçerek rol devamlılığımı sağlamama yardım ettiklerini düşünüyorlardır" tezine inandım. Sevgilimi düşündüm, evlenince ilk çocuğumun adını Baran koymaya karar verdim. Otobüs şoförü aynadan bana baktı, gözümü kaçırdım, "yüzünde kırmızı boya var birader" dedi sırıtarak. "Hass.ktir lan göt, önüne bak" dedim, anladı, anlamamazlıktan geldi, "Efendim?" dedi, "Tamam, sağol" dedim.
Tekrar oğlum Baran'ı düşünmeye başladım.

1 yorum: