6 Ağustos 2010 Cuma

SANKİ MESSİ...

Bizim mahallede adı "Arena" olan bir mekan var. Çarşamba Fenerbahçe-Young Boys maçını izlemek için oraya gidenler çok güldüler. Hayır hayır Fenerbahçe'nin yenilmesiyle bir alakası yok.

Fenerbahçe maçlarına has birş ey vardır son beş senedir. Ne zaman gole ihtiyaç olsa genel olarak yedek bekleyen Semih akla gelir. Yine öyle oldu. Fenerbahçe 1-0 yenik sürdürdüğü maçın 60. dakikalarında Arena'daki taraftarlar söylenmeye başladı: "Semih'in zamanı geldi, hadi hoca, olum ya sakatlık olursa iki tane değişti, ne zaman alacaksın maç bitince mi?" Herkesin her şeyi en iyi bildiği güzel memlekette bir kişi vardı ki o en bilge idi. Şu yazıyı yazmamın boynumun borcu oluvermesinin  sebebi de en bilge idi.

Hem stadta hem de Arena'da taraftarların müthiş bir şekilde kurtarıcı Semih'i sahaya davet ettikleri dakikalarda Aykut Hoca da aynı fikirde olacak ki çağırdı Semih'i. Kameralar Semih'i yakın plan çekerken Semih,  bir an önce duruma el koyabilmek için var gücüyle koşuyordu. Allahım bu nasıl bir koşu. Spiker herkesin istediği bu durumu mutlulukla haber verirken Arena'dakiler de alkışlamaya başladı. Gürültülü ortamlarda kısa süreli sessizliğin olabildiği anlardan birinde şöyle buyurdu en bilge:

"Sanki Messi giriyor a.ına koyayım!"

Bu büyülü çıkış sonrası Arena'daki insanlar hep bir ağızdan gülmeye başladı. Herkes hayatının tokadını yemişti. Bu herkese yetmişti. Semih bir Messi değildi, Fenerbahçe 1-0 yenilmişti. Şapka düştü kel göründü, anneler baksın, kral çıplak.

AK SAKALLILAR, ÜZERİNDE SAYI OLAN TOPLARLA OYNARLAR. HEM DE GAZOZUNA

Rüyama giren aksakallı dedenin tavsiyesi üzerine oynadığım on numaranın tutmadığına şaşırmamam o kadar normal ki. Neden mi? Çünkü sayıları söyleyeceğine "oyna "dedi dede. Oyna demek kolaydı, zaten içimdeki şeytan da ara ara oyna diyordu, tabii ki hiç on numara oyna diyecek kadar tok gözlü bir şeytanım olmadı. Duyduk duymadık demeyin, on numara oynayan insanın hayalleri küçüktür ve ona altın semer vursalar o, altın semerli küçük hayalli kişi olur. O kişi de bilmez işini. İşini bilmeyen kişi donuna yapar çişi, şırrr! Burada "para sayısalda, süper lotoda..." muhabbeti yapmayacağım gayet tabii. Anlatmak istediğim dedenin aldatıcı tavrı. Ya sen dedesin, ak sakallı dedesin, niye oyna dersin, hadi niyetin yardım etmek; ama tavrın sahte, aldatmak yakışır mı sana? Hiç sevmediğim bir şey.
Farkında mısınız bilmiyorum ama bu şans oyunları hep sayılarla oynanıyor. Sebebini merak ettim, gittim kütüphanelere araştırdım, kitap karıştırdım, internetten faydalandım. Şans oyunlarının ilk kez, sayılar bulunmadan oynandığını öğrendim. Sayısız şans oyunu nasıl olur diye merak ettim, onu da araştırdım, bulamadım; ama bu böyle. Ben diyorum. Saçma atarım sapanla saçma.
On numarayı tutturma ihtimalim ak sakallı dedenin sakallarını sayabilme ihtimalimden daha düşükse ben bir daha on numara oynamayacağım. On kere on yüz eder, beni sarar dert keder, hepinizi gözlerinizden öper-im!

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir emir cümlesi ve itaatsizlik

Mustafa Bey soyadıyla Domalan sakinlerine fena halde bilenirken
 düşünmemek en iyisi olsa gerek.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

BARINMA HAKKIMIZA SAHİP ÇIKALIM


''Eğer beni yerimden edersen yalnız gitmem'' dedi, burnumdaki tatak.

26 Haziran 2010 Cumartesi

ALFREDOLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?

"Di Stefano gillerden Alfredo ben, Alfredo Di Stefano. Senelerce top oynadım, iyi topçuydum, takıldım, karı kız kestim, her türlü boku yedim ayıptır söylemesi. Çok fena bir golcüydüm, buldum mu affetmezdim, çok buldum, çok affetmedim. Ben var ya ben fena çakardım kalelere. Tüm dünya beni konuşurdu. İnsanlar beni tavaf ederlerdi. Şimdi dönüp bakıyorum da maziye lüzumsuzmuş. En lüzumsuzu da futbolcu olmakmış. İzlemesi şahane, oynaması amelelik. İyi ki futbol belli bir yaşa kadar oynanan bir oyunmuş. Yoksa hala oynardım, bırakmazlardı ki g.tler, illa oyna da oyna, ne oynayacağım kardeşim. Sonra kupalar, ödüller, paralar aldım, şöhret oldum; ama değmezmiş anasını satayım. Boş işler bunlar, aklım olaydı da okuyaydım doktor olaydım ya da öğretmen, avukat da olunabilir. Okumayacaksaydım da çalışırdım, ticareti öğrenirdim. Şimdi 85 yaşındayım ve benden bir bok olmaz diyorum. İyisi mi s.ktir etsin gençler, boşversin çorbasına baksın herkes" diye çevirdi Arjantin gezisinde Alfredo'nun fotoğrafını görerek dergiyi alan çocuğunun futbolcu olmasını istemeyen uyanık ve kodaman Kayserili baba.
"Yalancı pezevenk" diyerek sinirlendi Alfredo'ya çocuk.
"Ne biçim konuşuyorsun lan sen itoğlu it" dedi baba kızarak.
"Sana demedim baba" dedi.
Çocuk futbolcu olmak için çalışmaya karar verdi.

16 Haziran 2010 Çarşamba

BENİM İÇİN SIRADAN İNSANLIK İÇİN MÜHİM 10 TESPİT


*''Siyah ilkokul önlüğünü son giyenler olmasak da son görenler biz olduk'' demek (övünç)
*Soru: Yılanın boynu neresinden başlar?
Sorulu cevap: Kimin neresinden?
Soru: Yılanın?
Cevap: Evet (tatminsizlik)
*Aşurenin içindeki fasulye (anlamsız)
*Sarı köpeğe karabaş ismi vermek (gariplik)
*Doğduktan sonra göbek delikleri (gereksiz)
*Sünger avcılığı (yeteneksizlik)
*Usta-çırak ilişkileri (samimiyetsiz)
*Cenaze namazından önce ezan okunmaması (haksızlık)
*''Ben de sur üfürmek istiyorum'' demek (aymazlık)
*Bulutların kamışla içilebileceğini iddia etmek (laubalilik)

10 Haziran 2010 Perşembe

ACELE ACELE, İSMİMİ HECELE, ŞEYTAN KOYAR G.T.NE


Acele eden insanlarla yaşayan bizler de acele eden insanlarız istemesek de. Herkes farkında olmadan bir yerlere, bir şeylere yetişmek için acele eder. Kimi acele etmek için, kiminin de gerçekten acelesi vardır. Atalarımız da acele etmememiz için konuşabildikleri kadar çok konuşmuş* ve bizi caydırmaya çalışmışlardır; ama 2000'li yıllarda kim s.ker atlarımızı. Örneğin Haydarpaşa'da vapurdan inip trene binecek kişinin deparı koyması için acelesi olmasına gerek yoktur, niye oldun ki. Niye koyduğunu kendi de bilmez ama koyar (deparı). O şartlarda koyan, ay pardon koşan adam haklıdır, çevresindeki insanlar koşmuştur, o da koşacaktır. Ona göre bu durum, üzerine kafa yorulamayacak kadar sıradan bir durumdur. Gerçekten öyle midir?
Düşünüyorum...
Öyle değildir. Bu konu üzerine 3 Siyaset Meydanı konuşulabilir. Muhtemelen de Siyaset Meydanı en çok izlenen program olur, sonraki hafta reklam geliri 3'e katlar, Ali Kırca'nın maaşı da 3 kat artar ve 3 kişiyle birlikte hunharca sevişebilir Ali Kırca hayvan gibi. Neden mi? Cevabı çok basit, çünkü herkes böyledir. Bunun yanında, böyle olmasına rağmen bunun farkında değildir ve başkalarının durumu gibi algılar, başkalarının durumu da bize kendimizinkinden daha çok girer çıkar. Bunu da ispatlayabilirim. İçimizden kendimizle ilgili bir yorumda bulunduğumuzda İçimizdeki ses: "sana giren çıkan var mı" diye soruyor mu? Hayır dediğinizi duydum, peki başkası için konuştuğumuzda bu soru size soruldu mu? Evet soruldu dediğinizi duydum, ispatladım.
Yani diyeceğim o ki 21. yüzyılın insanları hayvan olmuşuz. Biliyoruz ki hayvanların düşünebilme yetisi yoktur, sadece insanlara has birşey olduğu söylense de ben öyle düşünmüyorum. Düşünebilen hayvanlar tanıdım, cümle kurmaya çalıştılar. Ya ne diyecektim ben?! He buldum, sürekli bir yerlere koşturan hayvanlar gibiyiz, başı boş düşünmeden yaşayan. Oysa bir yere gitmiyoruz.
Son olarak Oruç Aruoba'nın bir haikusu:
Aceleyle gelip geçer Martı
oysa
bir yere gitmez.

*Ağır giden yol alır, hızlı giden yolda kalır.
Acele işe şeytan karışır.
Acele ile menzil alınmaz.
Acele bir ağaçtır, meyvesi pişmanlık.

8 Haziran 2010 Salı

BİR ALİ'NİN BİR SÜRELİK HALETİ RUHİYESİ YA DA ARKA BEŞLİDEKİ ÜÇ KİŞİ VE ALİ DAHA OLMADI VAY BENİM ALİME


(Ali'nin arka beşliye bakışı temsili)

Ali üç arkadaşıyla beraber belediye otobüsüne biner.Otobüse en son o binmiş olmasına rağmen boş olan tek koltuğa bodoslama dalar ve çeyrek ortopedik koltuğu kapızlar. Diğerleri bu duruma aldırış etmeden sırt çantalarını Ali'nin kucağına bırakıp arkalara doğru ilerlerler.İki durak sonra arka beşlide üç kişilik yer boşalır.Sadece iki duraklık mesafe (takribi 1 km) ayakta yolculuk yapan Ali'nin üç arkadaşı bu üç koltuğa gelişi güzel yerleşirler. Bundan sonra otobüsümüzün yaklaşık 20 dakikalık non stop otoban macerası başlayacaktır. Her şey gayet sıradan gözüküyor olabilir. Ama değil sevgili okur.İşte tam bu noktada Ali'nin yalnızlığı da başlamaktadır!
Otobüs otobana girdikten sadece 9 saniye sonra arka beşlide arkadaş oldukları her hallerinden belli olan üç kişi daha önce hiç eğlenmedikleri kadar eğlenmeye başlarlar.Kahkahaları diyaframlarından kopup Ali'nin iç kulağındaki sinirlerde patlar.Ana kahramanımız Ali inceden huysuzlanır.El ayak ayrı oynar, dönüp dönüp arkaya bakmalar sıklaşır.Unutulduğunun farkına varır Alimiz.En nihayetinde 20 dakika ayrı kalacağız diye düşünüp kendini avutmaya çalışır.Fakat arka beşlideki üç kişinin gülüşmeleri peşini bırakmaz.Belli belirsiz duyulur konuştukları.Bu sohbet üzerine Ali'nin de bildikleri, anlatacakları vardır.Anlatamaz.Tam bir sinir harbi başlar Ali için.Bu yolculuk artık bitsin ister.Bitmez.Zaman kavramı yok oluverir.Otobüs arkadaki hoş sohbetin hatrına güzergahından sapıp dünyaya doğru kırar.Ali nöbetler geçirir, hummalara tutulur.Çarmıhını sırtlayıp golgotanın yolunu tutar en sonunda.Artık sur'un üfürülmesini beklerken birden gök aydınlanır ve kurtarıcı açılan bir kapı olarak temessül eder.Otobüsten inerler. Ali çantalarını sahiplerine verir.Dışarısı bayram yeri gibidir.Bahar gelmiş, ağaçlar meyveye durmuştur.Ali arkadaşlarına birer kutu kola ısmarlamaya karar verir.Bakkala girer kolaları alıp çıkar.Ancak kolaları arkadaşlarına uzattığı zaman farkına varır ki fredinin kabusu henüz bitmemiştir.Ali'nin başını kaçırdığı, otobüste yarım kalan sohbet uzar gider.Akşam olur evlere dağılınır.Ali kolanın neden olduğu gazı geğirmek suretiyle pek ala çıkabilir ama içinde kalan başka şeyler vardır.

7 Haziran 2010 Pazartesi

ÖFKE


"Oğlum Nihat! Ne bu kaprisler, afralar tafralar, ben ne büyüğümler, kimse elime su dökemezcilikler, Hasankeyf'e sadece bir tas su içmek için gitmeler, yalnızlıktan arkadan hazlanmalar, kimsesizlerin kimsesi olduğunu iddia etmeler, Zeki Müren dinlemeler, kedilere mama vermeler, göllere maya çalmalar, kız kesmeler, yurt ranzasına sığamamalar, spor yapmadan zayıflamalar, anne sözü dinleyip de dinlemiyormuş gibi yaparak bundan rant sağlamalar lan göt?" dedi. "Adam mısın ki sen, hadi adamlığı geçtim, acaba insan olabilme ihtimalini seven biri bulunur mu cihanda?" diye sürdürdü. "Kallavi küfürler dinletirim sana güzel sesimden nağmeli nağmeli" diyerek yumurta geçti.
"Akıllı ol lan, akıllı ol. Kapat kapat!!!" dedi, telefonu suratına kapattı.
Oysa Nihat suçsuzdu ve yüzü kıpkırmızıydı.

6 Haziran 2010 Pazar

PALYAÇO FARUK

Hem okuyup hem çalışan insanlara gıptayla bakan hısım akrabalarımız, hepimizin etrafında ortak olan sayılı şeylerdendir. Ben o gıptayla bakılan, sırtı sıvazlanan, "eferem oğlum" denilen, sürekli gazlanan insanlardan biriyim. Kanaatimce bunu fazlasıyla  da  hak ediyorum; ama hem okuyup hem çalışan insanlara gıptayla bakan hısım akrabalar benim s.kimde değil. Adam olsalar zaten gençliğimin baharında beni çalışmak zorunda bırakmazlardı, adam olmayanların düşüncesi niye önemli olsun ki. Sanki çalışmayı çok istiyormuşum, çalışmayı kendim seçmişim gibi duruma kutsiyet biçmeler filan, bunlar Doktor Kutsi'ye çekici gelecek davranışlar, benim umurum o kadar ucuz olmamalı.
Asıl anlatmak istediğim ise benim ağır çalışma şartlarım. Malum hayatın pahalılığı, otobüslerde akbili bastıktan sonra duyulan mutluluk sesinin pahalılığı, akbildençıkacakacildurumsesiniduymafobisi, okulda bahçede otururken çay alma görevlendirilmesi sonrası kantinden çay alabilememek, faturalar, ev kirası, ders kitapları... Bunların hepsi beni bu ağır çalışma koşullarına iten sebepler. Yoksa kim palyaço olmak ister ki.
Doğum günlerinde, sünnetlerde, özel günlerde çocukları eğlendirip, kokoş annelerinin rahat etmesini sağlayan, dünya üzerindeki en ağır ve zor iş olmasına rağmen bir o kadar da küçük görülen, eşek götü kadar çekici bir iştir palyaçoluk. En azından benim yaptığım böyle bir şey. Sirkte çalışmadım hiç, çalışmak da istemem.
Birgün yine çok züğürtüm. Bu işi ayarlayan ajanstaki kız arıyor. Yine beni herhangi bir yerde, herhangi bir kokoşun rahat etmesi için herhangi bir çocuğun doğum gününe yollayacak. Durum fena olduğundan istemeye istemeye, ikilemeden kabul etmek zorunda kaldım. Görev yeri Beylikdüzü. Ben Taksim'deyim. Ajansa gideceğim, melzemeleri alacağım, operasyonu başlatacağım. Operasyon başladı.
Otobüste gidene kadar kafamda maçı oynamalıydım. Bu bir strateji meselesiydi. İki saatlik zaman diliminde çocukların sıkılmamasını sağla, anneleri rahat rahat birbirlerine hava atsın, en çok doğum günü çocuğuna yoğunlaş, doğum günü çocuğuna kendini sevdir, ortam onun ortamı onu dinlesinler, sen doğum günü çocuğuna söyle, o da arkadaşlarına söylesin, uygun ortam sağlansın...
Üstümü değiştirdim, palyaço kimliğime büründüm, şimdi maçı oynama zamanıydı. Aslandım ben, bu işin de üstesinden gelirdim, çocuklar zaten iyiydi, ben çok iyimserdim, keşke olmasaydım. Çocukların olduğu yere geldim.
Bu sefer farklı bir şeyler vardı, normalde yüksek sesle  çocukları selamlamam gerekirken gayet pısırık bir şekilde merhaba diye seslendim, sanki okulda bir topluluğu selamlıyordum. Benim yanımda başka bir acayiplik de çocuklar için mevcuttu. Beni hiç sallamadılar. Bir merhaba diyen Baran'dan başka. Zaten merhaba dedikten hemen sonra adını sordum ve adımın Faruk olduğunu söyledim. "Ben Faruk, Palyaço Faruk"
Çocuklara hangi oyunu oynamak istediklerini sordum, bir tek Baran cevap verdi, "sandalye kapmaca" dedi. "Baran sandalye kapmaca iyi bir oyun değildir, aslolan sandalyeyi paylaşmaktır" mealinden lüzümsuz bir şeyler geveledim, çocuk acayip bir şekilde yüzüme baktı, açıklamamı bekliyordu; ama sanki  söylemek istediğimi anladı. Sorumluluğumu paylaşmak için çabalamaya başladı. Heykel oynamaya karar verdik Baran'la. Biz başlayacaktık diğerleri de özenip geleceklerdi, bu aklı bana Baran verdi. Baran çok akıllıydı, aferin Baran'a, Allah razı olsun, delikanlı çocuktu, bana da nasip olsun böylesi.
Çocukların yarısı daha bize katıldı. Hala direnen 6-7 çocuk kalmıştı, onlar da benim s.kimde değildi. Sinir oldum, hepsini, dövesim geldi. Zaten yarım saatim kaldı, az daha dayanayım, hay yaşayayım, 50 lira daha cepteydi, belki bir de bahşiş, akşama birayla mayalanırdım. Ben düşüncelere dalmışken Baran "Noldu abi, niye daldın, karnın mı aç" diye sordu. "Ulan ermiş misin sen" diye söylendim, "Sayılır" dedi. Demesine gerek yoktu, bu çocuk başkaydı, bilimadamları incelemeliydi, beni kurtardı.
Doğum günü bitti, annesi bahşiş vermedi, vermesin keyfi bilir. Tam kapıdan çıkarken Baran'a teşekkür etmeyi unuttuğumu hatırladım. Döndüm ve Baran'a Faruk Abisi olarak teşekkür etmek için içeri girdim. Doğum günü çocuğunun annesine "Baran'ın annesi nerede" diye sordum. Baran'ı tanımadığını söyledi. Çocuklara sordum, onlar da öyle birinin olmadığını söylediler. "Çocuklar saçmalamayın iki saattir oynadınız ya beraber, hani ilk heykel oyununu beraber oynadığım çocuk" dedim. Oyunu hep beraber oynadığımızı iddia ettiler. Piçler dalga geçiyorlar benimle, iki saattir maymunluk yaptığım yetmiyormuş gibi. Ebedi maymunlar.
Allah Allah, cık cık cık cık, hey yarrabbim, nasıl olurdu böyle şey, hayret!
Eve dönmek üzere otobüse bindim, Baran'ı düşündüm. Baran ben giyinirken gitmiştir, diğerleri de palyaçoyum ya "dalga geçerek rol devamlılığımı sağlamama yardım ettiklerini düşünüyorlardır" tezine inandım. Sevgilimi düşündüm, evlenince ilk çocuğumun adını Baran koymaya karar verdim. Otobüs şoförü aynadan bana baktı, gözümü kaçırdım, "yüzünde kırmızı boya var birader" dedi sırıtarak. "Hass.ktir lan göt, önüne bak" dedim, anladı, anlamamazlıktan geldi, "Efendim?" dedi, "Tamam, sağol" dedim.
Tekrar oğlum Baran'ı düşünmeye başladım.

SİGARA GÜZELDİR; AMA İÇMEMEK GEREKİR

Sigaranın dumanına sarılıp saklanacaktır sevgili, mümkündür. Bir sigara yakılacaktır, ateşe yazıktır, mümkündür. Sigara sevilmeyen bir insandan istenecektir, bu da mümkündür; ama onur gitmiştir arkasına bakmadan. Onur çok fevridir, delikanlıdır, bitirimdir, ters yapar, küfreder, gider.
Ömür geçer, günler tükenir. Canın bir sigara ister, sigarayı ağzına koyarsın, yakacak insan gerekir. İnsan bulunur, ciğer gerekir, yoktur. O da fevridir, mahallenin ağır abisidir, -bir insanın cesurluğunu nitelemek için kullanılan "ciğerli" sıfatı da buradan gelir- gitmiştir. Çünkü ayıp edilmiştir, kullanılmıştır, hunharca günde 16 saat mesaisiz çalıştırılmıştır. Sigara tarafından sömürülen bir organdır o. Sigara emperyalisttir.
Sigara yalnızlıkta bulunmaz bir dosttur; ama yalnız bırakır. Sigara çelişkidir.
Bu yazı didaktiktir; ama şuramdan çıkmıştır.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

ŞİİR DEĞİL

Topuk sesleri buraya kadar geliyor.
Çok etkileyici.
Gittikçe artıyor.
Sesten başka bir şey yok.
Şimdilik.
Artık var.
Silüeti belirdi.
İri.
Yürümeye devam ediyor.
Buraya yöneldi.
İçeri girdi.
Yakınım.
Çok güzel.
Yanlış şeyler hissediyorum.
Kötü bir şey yapabilirim.
Kahvemden bir yudum daha aldım.
Elimin altındaki büyük kupayla "var gücümle" kafasına vurdum.
Var olan gücüm tahmin ettiğimden çokmuş.
Yeni keşfettim.
Bağırdı.
Sanırım can çekişiyor.
Eminim.
O, topuklu ayakkabılarına rağmen öldü.
O, topuklu ayakkabılarına rağmen ölen ilk insan değildi.
Üzgünüm, o ayakkabılar bana ait.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

ZAP SUYU AKAR GİDER/ Oy sinem mi sinem mi/Yar sinem mi sinem mi/Ah sinem sinem sinem mi/Oy sinem mi sinem mi

Hayat denen şeyin çok acayip ve karmakarışık olduğunu düşünenler ve düşünmeyenler diye ikiye ayrılırdı bizim sınıf. Dört sene kardeşçe yaşayan bizler, birbirimizin değişik hallerine şahit olmuştuk. İşte beş kişiydik sınıfta. Beş kişiden biri de bizim hikayeciğimizin kahramanı. Ona, "Bayan Güzel" diye hitap etmeyi seçiyorum, sebebi güzel olması değil, çok güzel olması; ama onda eksik olan bir şeyler vardı, en azından bazı zamanlar. Anlamak, anlamamak, anlayamamak, anlamama çabası, anlama güçlüğü... Teşhis konulamadı. Bir şeyler eksikti sonuçta, bundan emindim.
Okulu bitirip bu saçma hocalardan ve sistemden kurtulmak istiyorduk. Düzeltme gibi bir derdimiz de vardı; ama hala "bir dert" olarak bir yerlerde durmakta. Bir sınav saati, edebiyat fakültesinin en büyük amfisi, 150 kişilik çoğu geri zekalı bir kitle, 4 sene boyunca birbirine selam vermeyen insanların oluşturduğu birden fazla sayılı kombinasyonlar, Uçan Adam'ı programda küçük gören hoca, biz ve  Bayan Güzel.
Metin şerhi sınavı, hoca 4 soruyu ağır ağır okuyor. Üç beş de beyit yazdırdı tahtaya, yalaka yaverlerine. Hoca korkusundan eli ayağına dolaşan asistanlardan çok var bizim bölümde.
Hoca soruları bitirdikten sonra "Tekrar okuyacağım kızım bir dakika" dedi. Hoca tekrar okudu soruyu, tekrar anlamayan Bayan Güzel bana sordu. Sorudaki bol ekli kelimeler ve Bayan Güzel'in konuya hiç vakıf olmaması anlamasını zorlaştırıyordu, zaten vardı bir problem. Neyse asistan bizi gördü, hocasına yaranacak ya, yanımıza geldi. Durumu anlatırken soruyu ona da sordu Bayan Güzel. Asistan soruyu anlamış gibi göründü ama kafası allak bullak olmuştu, cevap veremedi. Benim akıl da gitti zira. Ortalık iyice karışınca hoca tekrar geldi ve Bayan Güzel'i "Dinlemezsen tabii anlamazsın" diye azarladı. Sıkışmış, iki arada kalmış, çaresiz, en çok da kendine olan güvenini kaybetmiş Bayan Güzel, tüm bunlara rağmen yılmadı ve hocadan ikinci soruyu tekrar okumasını istedi. Hoca küplere bindi, saçsız kafası kıpkırmızı oldu, burnundan ateşler çıktı, olduğu yerde zıplamaya başladı. Hatta pantolonunu çıkarmaya başladı ki asistanları engelledi. (Sonradan öğrendik ki huyuymuş, çok sinirlenince çırılçıplak soyunup, anadan üryan Kapalıçarşı'dan Samandıra'ya kadar koşarmış. Köprüden yaya geçmesi problem olsa da köprü polisi tanırmış da idare edermiş. Adam da torba yerlerde-imiş.) Sınıftaki beş kişi bu olaya çok güldü. Bu olay çok komikti. Hoca derin bir nefes aldı, gömleğinin düğmesini açtı ve nihayet soruyu tekrarladı, sınavın yarım saati geçmişti bile. Bayan Güzel, yapılan onca tekrara rağmen soruyu hala anlamadı; ama kağıdını doldurduğunu gördüm. Zaten anlamayacağı belliydi ve onun soruyu anlaması için harcanan emekler, kutsal değildi. O günden sonra anladım ki Albert Einstein haklıydı.
Bayan Güzel'in üniversite yaşamı -beş kişiden biri olmasına rağmen- hala devam etmektedir.
Maalesef benim bu okulda bir hocadan duyduğum en mantıklı şey, Bayan Güzel'e söylenen "Dinlemezsen tabii anlamazsın"  sözüdür.

Ve Bayan Güzel'in en sevdiği türkü, başlıktaki türküdür.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

KUSURA BAKMA O ADAM



Adam geldi.''Bana bi şiir lazım''dedi.''Şiir rafımız bu tarafta''deyip adamı şiir kitaplarının bulunduğu köşeye çağırdım.Bir on saniye çağırdığım köşede adamı bekledim.Gelmeyince ben ona gittim.Elinde Sophie Jordan'ın Düğün Gecesi adlı kitabı vardı.Kitap o ana kadar hiç dikkatimi çekmemişti.O andan sonra da çekmeyecekti.''Bu şiir mi?'' diye sordu adam.''Yok değil''dedim.''Ne?'' dedi.''Roman''dedim.Ama adamı onun şiir kitabı olmadığına ikna edememiştim.Kitabın kapağındaki gelinlikli kız adama göz kırpıp ona sahip olmasını istiyordu.Aklı gelinlikli kızda, ''Bana bi şiir lazım''dedi tekrar.''Tamam yardımcı olayım''deyip adamı yine şiir kitaplarının bulunduğu köşeye çekmeye çalıştım.Adam yine gelmedi.Adam müşteriydi ve şiir kitabı istiyordu.Öyle sanıyordum.Tek mesajlık şiir istediğini bilemezdim.

20 Mayıs 2010 Perşembe

KIYMETLİ DOSTUM ÇAPAK















Bu sabah kalktım, elimi yüzümü yıkadım. Göz pınarıma yapışan çapakla uğraştım epeyce.İnatçıydı. Bir türlü terketmiyordu sahiplendiği yerini.Sapsız mop zımparamla iyice bi tozunu attırdım hergelenin.Düştü fakat ölmedi.Eğilip avucuma aldım bu dünya tatlısı canlıyı.Birazcık karnıyla oynayınca keyfi yerine geldi.''agu,megu'' deyip gülümsedi.Dedim ben bunu eğiteyim.Zamanla büyür sağ kolum olur bu çapacık.Her neyse akşama kadar bildiğim her şeyi öğrettim buna.Şimdi artık bu zorlu eğitimin meyvelerini toplama vaktiydi.İlk sınavını vermesi için bir saat kadar önce bakkala gönderdim ekmek almaya. Gel gör ki hala ortalıkta yok.

TAVUKLU SAAT




















Şu arkadaki evde yaşanır ha!Eğer orası evse.

16 Mayıs 2010 Pazar

10 PARMAĞIMDA 10 MARİFET
















1-KAVUN GÖTÜ KOKLARIM
2-BATARYA DİLLERİM
3-ZÜRAFA DÖVÜŞTÜRÜRÜM
4-İKİ RESİM ARASINDAKİ 7 FARKI BULURUM
5-KALECİ KALESİNİ TERKETMİŞSE ALTI PASTAN GOLÜ YAZARIM
6-GEMİLERİ KARADAN YÜRÜTÜP HAVADA SALLANDIRIRIM
7-F'YLE ŞEHİR YAZ DERSENİZ FRANCİSCOYU YAPIŞTIRIRIM
8-KUZULARI SAYAR KEÇİLERİ KAÇIRIRIM
9-KARGALARA KILAVUZLUK EDER FARELERE KAVAL ÇALDIRIRIM
10-BEREKET ALLAHTANSA SİFTAHI BEN ATARIM

15 Mayıs 2010 Cumartesi

ÖLÜM

 
Yenibosna İlköğretim Okulu'nun karşısında küçük, mütevazi bir büfe vardır. Sıradan bir okul kantinine benzer burası. Okulun bahçesinin duvarıyla bu büfe arasında birer metrelik kaldırımları da saydığımızda yaklaşık on metrelik bir mesafe bulunur. Burayı kırksekiz yaşında, orta boylu, hafif şişmanca, alnı kırışık, saçları ve çember sakalları ağarmış Tacir Feyyaz işletir. Küçük yaşlardan beri ticaretle haşır neşir olmuş bu uysal adam, ticaretin mevzuatına oldukça hakim olmasına rağmen elinde yalnızca bu büfe kalmıştır. Yılların tecrübesiyle aldığı sıfatının meyvesinin böyle bir büfe olması Tacir Feyyaz'ın zaman zaman çok ağrına gitse de içinde bulunduğu koşullarda başka türlüsü elinden gelmiyordu.
Yine sıradan bir okul gününde Tacir Feyyaz, büfesini açtı. Tost makinasının fişini takıp ısınmasını beklerken bir yandan da yazın kendini hissettirdiği bu günlerde ciroya büyük katkı yapacağını  umarak aldığı yeni limonata makinasına baktı. Bugün kursam mı kurmasam mı diye düşündü. Tost makinası ısınıncaya kadar hep limonata makinasını almakla çok iyi yaptığını, çocukların görünce çok şaşıracağını ve hatta sadece limonata için sıraya gireceklerini hayal etti. Daha zamanı vardı yeni makinasının, çabuk eskitmemeliydi yüzünü. Daha sıcak günlerde şimdikinden daha da çok kar edebilirdi, bunu öngörebildiği içinse kendini çok beğendi, Rafların içine sıkıştırdığı aynada -tabiatına uymadığı halde- kendine kibirli bir şekilde uzun uzun baktı.
Okullu çocuklar seyrek de olsa gelmeye başlamışlardı. Sabah yoğunluğundan yetiştirebilmek için tostları hazırlamıştı. Çocukların gelişi sıklaştıkça büfenin içinde dolaşan çocuk sesleri gittikçe artıyordu. Tacir Feyyaz'ın en sevdiği anlardan biriydi. Böyle bir büfede çocuk sesi demek velinimet demekti ki bu da işin muhtevasını destekliyordu. Tostlar, çaylar ve maliyeti çok ucuz olan Chat  Kolalar kapışıldı, ders zili çaldı, çocuklar derse girdi. Ders saati boyunca sıcak havaya rağmen ardı ardına tost yapan Tacir Feyyaz bunalmıştı. Biraz dinlenmek için büfenin önüne oturduğu anda dersi boş olan öğrenciler, bahçe duvarından bağırmaya başladılar ama ne bağırma. İşte en sevmediği anlar da bunlardı Tacir Feyyaz'ın. Çocuklar bağırır, çağırır, kendince laf atarlar, beğenmezlerdi hiçbir şeyi. Çünkü tek başına olan bu adamın hem siparişleri hazırlayıp hem de onları on metrelik yerde mekik dokur gibi götürüp getirmesi çok zordu. Bir de çocukların saygısız tavrı yok muydu en çok da o üzerdi onu. Tenefüslerde bahçe dışına çıkmaları yasak olan öğrenciler ne kadar çok ses çıkarırlarsa o kadar çabuk geleceğini düşündükleri siparişlerini beklediler. Yarısı alabildi, yarısı alamadı. Çok hayıflanan Tacir Feyyaz bu işe de bir çare düşünmeliydi. Arada sırada yardıma gelen Bekir adında bir öğrenci vardı. Bu tenefüs gelmemişti. Bir dahaki sefere kesin geleceğini biliyordu.
İkinci zil de çaldı. Bu sefer gelmişti ince, esmer, kısa boylu, ağzı laf yapan ve okuldan çıkmaya cesaret edebilen tek öğrenci olan Bekir. Tacir Feyyaz'a göre bu çocukta ticaret zekası vardı. Her fırsatta da Bekir'e bunu söyleyerek onu yönlendirmek istiyordu. Ayrıca çalışma şevkini arttırıyordu bu sözler. Bekir hazırlanan tostları, Chat Kolalar'ı, poğaçaları bir bir götürürken, arkadaşları hep dalga geçiyorlardı onunla tıpkı Tacir Feyyaz'a yaptıkları gibi. Ne kadar da acımasız görünüyordu bu çocuk ordusu bazen. Bekir aldırmayıp işini yapmaya çalışsa da arada lafı da giydiriyordu diğer arkadaşlarına. Tekrar ders zili çaldı, Bekir giderken Tacir Feyyaz torpilli karışık tostla çay verdi ona. Bekir her zaman ki gibi almak istemedi ama ısrar sonucu kabul etti ve derse doğru giderken tostunu yemeye başladı.
Dördüncü ders başlamıştı, Bekir gelmemişti bu sefer. Bekir'siz Çok zor oluyordu ya ne yapsındı, katlanacaktı, olduğu kadardı artık. Tacir Feyyaz bir oraya bir buraya koşturuyordu. Bu da yetmezmiş gibi çocuklar yine kötü figüranlar gibi arkadan bu tiyatroya katkıda bulunuyorlardı. Tacir Feyyaz çok terlemişti. Öğle saatlerine yaklaşan bu saatlerde güneş gören bu taraf çok sıcak oluyordu. Çocuklardan birinin para üstünü almak için büfeye doğru yönelirken yere yığıldı Tacir Feyyaz. Çocuklar hep bir ağızdan gülerek, rollerini en iyi oynamak için var güçleriyle yarışan ihtiraslı oyuncular gibi kahkahalar atıyorlardı. "Salak, aptal" gibi birçok sıfat bu durumda Tacir Feyyaz'a yakıştırılmıştı; ama onu nitelemek için kullanılcak tek sıfat şuydu: "ölmek üzere olan". Tabii ki çocuklar durumun farkında değildi. Yan dükkandaki oyuncakçı hemen koştu ve Tacir Feyyaz'ı kaldırmaya çalıştı. Tacir Feyyaz titriyordu; ama elinde kolunda can yoktu sanki. Olayın ciddiyetinin farkına varan oyuncakçı hemen çevredekilerin yardımıyla arabasına bindirdi ölmek üzere olan bu adamı.
Ambulans hızla bu dar sokaktan ayrılırken çocukların yarısı hala durumun farkında değillerdi. Farkında olmayanlar farkında olanlara soruyorlardı. Bir şekilde hepsi farkına varsa da artık biraz geç olmuştu. Zaten ders zili de çalmıştı.
Büfenin içinde hazır üç adet tost, elliyedi Chat Kola,onsekiz poğaça,yirmiiki açma,kırkaltı meyve suyu...  Kasada da otuzsekiz lira onbeş kuruş para vardı, kasanın alt tarafında da henüz hiç kullanılmamış, ticaret zekası ürünü  ve belki de bir daha hiç kullanılamayacak sahipsiz bir limonata makinası. Bu makinanın gözleri olsa ağzı aşağı doğru bakan rafların içindeki aynadan kendini görebilirdi.
Makinanın gözü yoktu.

13 Mayıs 2010 Perşembe

USTA GOLCÜYE SELAM OLSUN



















.. Mayıs 1995.Dünyaya nasıl geldiğimi öğrendim.

ilkokul 2.sınıfın 2.dönemimdeydik.En iyi arkadaşım üç senedir 2.sınıfı okuyan Cumhur'du.Cumhur 10 yaşındaydı.Yaşça bizden büyük olan bu çocuk yeri gelir bize ağabeylik yapar yeri gelir yarenlik ederdi.O her şeyi en iyi bilendi.Güçlüydü, tecrübeliydi.At binip kılıç kuşanırdı.Yanlarına iki beyaz şerit dikili olan mavi kot pantolonu hiç çıkarmazdı.Halden kasayla meyve çalıp sınıfta hayrına dağıtırdı.Tuvalette sigara içerken ona eşlik etmem için ısrar ederdi. Sınıfından olmayan bütün kızlar Cumhur tarafından düzensiz aralıklarla ellenirdi.İşte bu çocuk bir gün bana s.ktiği kızlarla ilgili maceralarını anlatırken ''Oğlum birini hamile bıraktım galiba'' dedi.''Nasıl hamile bıraktın?'' diye sordum safça.''işte s.kince hamile kaldı''dedi.''Nasıl yani, çocuk s.kişertesi mahsulü mü?''dedim.Cumhur anlamadı:'' Kafamı karıştırma. Baban ananı s.kti. Sen oldun işte'' dedi.''Saçmalama Cumhurcuğum benim babam benim annemi niye s.ksin''di.Fakat uzun bir münakaşa sonrası Cumhur'un haklı olduğunu acıyla idrak ettim.Üzerimde 10 sırt numaralı Trabzonspor forması vardı.Bu formayı Hami Mandıralı giyerdi.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Problem Çocuk Cafer


Beybaba oturmuş bulmaca çözüyor, hanımannem ise komşuyla beraber dolma dolduruyor. Bense buradayım işte. Her şey çok normal görünüyor değil mi?
Bundan tam onbeş sene önceye döndüm. Henüz 7-8 yaşlarındayım. Buraya taşınalı 1-2 sene olmuştu, burası nere diye merak ettiyseniz söyleyeyim, burası burası ve burası aslında her yer.
Mahallede yeni çocuğuz ya iktidar savaşının tam ortasına düşmüşüm, eski mahallemde bitirim, tuttuğumu koparan, bomba gibi bir çocuktum. Burada ise bu mevkiiye gelmek biraz zamanımı alacaktı. İtler, çakallar, sırtlanlar arasına düşmüştüm. Tam bir kurtlar sofrası, allahım yardım et sen bu kuluna.
Aslında her? şey adını bile anmak istemediğim bir eşşek kafalının bana taktığı bir lakapla başladı. İşin kötüsü herif lakabı taktı, hemen rağbet tavan yaptı. Herkes tarafından kabul gören genelgeçer bir lakabım vardı artık. İsmimi öldürdüler, adım yok benim, lakabım: ARAP.  Ya arap aşağı arap yukarı, lan diyorsun yok, aman diyorsun yok, höt göt derken olmayacağını anladım. Artık kabullenmek durumundaydım. Yaşayarak öğrenmiştim ki takılan lakaba kızarsan o daha çok yapılır çünkü sinir bozmak, kızdırmak için yapılan bir şey bu. Sinirlenmezsen yapmazlar. Öyle de yaptım. Bir kere bir tanesi dedi ki 'sen kızmıyor musun arap deyince?' 'Yok, kızmıyorum' dedim. O zaman ben de sana arap diyeyim bundan sonra dedi. Karadeniz'e kıyımız olan tek toprağı da çakallara verdik. Karadeniz artık bir çakal gölü.
Hemen bir? şeyler yapmalıydım. Düşündüm, düşündüm, düşündüm. Aklıma eski mahalledeki halim geldi. Nasıldım orada, neden bana arap denilmiyordu. Çünkü ben o mahallenin psikopatıydım. Diyemezlerdi. E o zaman bu mahallenin de psikopatı olsaydım. Ya bu mahallede benden çok vardıysa, ben de 'beni mi buldun şimdi çok işim var' deyip çıkardım oyundan Rober Hatemo ezgileriyle.
Sabah kalktım, annemin direktifi doğrultusunda ekmek almak için bakkala doğru yola çıktım. Bizim sokaklar dardır, tam bakkala doğru inerken eşşek kafalıyı gördüm. 'Naber lan arap' der demez kafayı koydum burnuna. Burnu, üstü başı kan içinde. Bağırmaya başladı bu. Küfrediyor, ortalığı ayağa kaldırıyor. Gayet soğukkanlı biçimde birkaç tekme de poposuna attıktan sonra hiç birşey olmamış gibi bakkala gittim, iki ekmek aldım, eve doğru yola çıktım. Bizim eşşek kafalının annesi gelmiş. 'Olum niye vurdun arkadaşına, bak ne hale getirmişsin' dedi. 'onu bana arap demeden önce düşünecekti' dedim. Annesi üzerime yürüdü, son gaz eve doğru kaçtım. Ekmeği kapıya bırakıp anneme seslendim, durumu kısaca özetledikten sonra izimi kaybettirip akşama kadar olayın etkisinin geçmesini bekleyecektim. Peki bu sırada boş mu duracaktım, durmasydım iyiydi ya, birisi arap derse elimden birşey gelmezdi, bananeydi, herkes lafını, sözünü bilsindi.
Okula doğru çıkayım belki maç yapanlar vardır diye düşündüm. O zamanlar okulların kapısı açıktı, istediğimiz zaman maç yapabiliyorduk. Üç kişi 9 aylık oynuyorlardı, Bir tanesini tanıyordum sanki. Bizim eşşek kafalının arkadaşı olabilirdi. Oynamamı da o kabul etti, zaten top da onunmuş, o ne dersee oydu artık. Baştan sektirelim topu dedim, topun sahibi yok dedi kaleye sen geç. E mecburdum artık top onundu. 1-2-3-4-5-6-7-8-9 aylık oldum anne çıktım. Hiç kaleden çıkmadan doğrudan anne olmuştum. Hepsinden öte biri 'anne süt ver, anne meme', diğeri 'karıcım yıkan da gel', şöyle yap böyle yap derken birden 'noluyor lan bunlara' dedim. 'Ben psikopatım.' En çok çığırtkanlığı yapan top sahibine tekme tokat daldım. Bu sefer biraz dikkatli olmalıydım. Kansız halletmeliydim bu işi. Mahalle baskısını hisseder gibi oluyordum. Diğerleri de bana saldıracaklardı ki 'sakın ha, anam avradım olsun yakarım lan hepinizi!' diye bağırdım. Elimde bıçak olmadan hayali bıçağımı salladım, işe yaradı hamdolsun. Bir zafer daha kazanmıştım. Bir süre daha sokaklarda başıboş dolaştıktan sonra annemin beni merak edeceği aklıma geldi. Annemi severdim ve meraklandırmak istemezdim, saat de bayağı ilerlemişti. Doğruca evin yolunu tuttum. Eve giderken eşşek kafalının evinin önünden geçtim, baktım her şey normal.
Bizim kapının zilini çaldım, annem kapıyı açtı, elinde oklavası vardı. Ben de hemen son kozumu oynadım ve rum mezarlığından topladığım papatyaları ona uzattım. Yüzündeki sinirli ifade gittikçe yumuşuyordu. 'Gel benim psikopat oğlum, gel' dedi, hafif müstehzi bir şekilde.
Holü geçtim, salona girerken babamın evde olduğunu farkettim. Babam hiç aklıma gelmemişti.
Şimdi yanımda uysalca bulmaca çözen bu adam benim babam ve bulmaca çözmek yaptığı en iyi iş değil maalesef. Son olarak gururla söylüyorum ki ben, bu üvey babamın oğluyum. Hikayemi az çok biliyorsunuz zaten.


                                                                                                                                                    Cafer

7 Mayıs 2010 Cuma

Bay Uluses mi Yoksa Kör Necmi mi Haklı?

Sabahın yedisinde kalktım; halbuki beşte uyumuştum. Normal olmayan bir şey vardı. Yüzümü yıkadım, çişimi yaptım, elimi yıkadım çıktım banyodan. Sıralamada bir hata var farkındayım ama ayılmadan çişimi yapamıyorum. Sigaranın kakayı tetiklemesi gibi, yüze çarpılan iki avuç su da çişi tetikliyor bende. Napalım neyimiz normal ki? Dünyada benden başka kaç tane daha kör var? Üstüne üstlük de ben istemedim bunu. İsteyerek olan var mıdır onu da bilmiyorum ya.  Neyse çiş muhabbeti nasıl açıldı, şu anda çişimin olmasının bunda etkisi vardır heralde.
Evimizin üç odası var. Ben bu odaların hiçbirisini görmedim, tıpkı annemi ve kendimi görmediğim gibi. Babam ben doğmadan ölmüş, görseydim de onu göremeyecektim zaten. Onun evimizin odaları kadar bile şansı yokmuş, odaların duvarlarına dokunabilirim ama babama asla.
Annemin oturma odası dediği yerde televizyon ve radyo var, ben radyoyu annem de televizyonu sever ama ikimiz de seslerin karışmasından nefret ederiz. Sesler bizi pek takmaz karışırlar. Radyoyu açtım. Castık castık çalan şarkıları hemen geçtim çünkü 'güne castık castık şarkılarla başlayayım da günüm castık castık geçsin' diyen insanlardan değilim. Benim günüm hep aynı geçer ve şarkım: 'Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin' şarkısıdır. Hep TRT fm dinlerdim, bugün bir değişiklik yapayım dedim. Buğulu, çok derinlerden gelen bir ses beni yakaladı. Sanki 'Beni dinle, bak ben her yeri gördüm, her şeyi biliyorum hayatın sırrı bu seste, beni dinleee, beni dinlee, beni dinle, beni...' diyordu. bir an ben bu adamı dinlemezsem gerçekten yanacakmışım gibi geldi. Çaresiz dinlemeye başladım. Kuran'dan ayetler okuyordu. O sesle ayetlerin insanda ne kadar etki bırakabileceğini bilenler bilir, bilmeyenler de islami bir radyoya denk geldiklerinde denesinler ama evde denemeyin sakın. Hele bir de geç saatlerde sakın ha. Uzun bir süre bu sesi dinledim. İsra suresinin 72. ayetine gelmişti. 'Kim bu dünyada kör ise, âhirette de kördür' diye bir şey dedi bu ulu ses.  Sabahleyin açılmak için yüzüme iki avuç su vurmuştum ya, ayılamadım heralde deyip iki avuç daha su vurmaya gittim. Vurdum, geldim. O ses hala konuşuyor. Baktım olacak gibi değil kapattım o sesi. Birine bu ayetin açıklamasını sormalıydım. Sabahın o saatinde de annemi kaldırmak istemedim, kadının bir pazarı var, uyusun diye düşündüm. Sonra yine düşündüm: Ne demek istiyordu Bay Uluses? Açıklamasına dayanamadım ki. Belki açıklamayla gönlümü alacaktı. Yok diyecekti, vallahi ahirette göreceksin, o ayet insanlar gözünün kıymetini bilsin de kör kalmasınlar diye inmiş diyecekti belki. E ben sonradan olmadım ki, bana da vurur mu bu kanun? Yani ben cennete gitsem yine göremeyecek miydim? Daha da birçok cevapsız soru. Ses tellerine koyduğumun, Allah'ın kelamını öyle bir okuyor ki. Benim anladığım, körsen hep körsün diyor adam. Zaten bir karamsar bir umutsuz sesi var ki iyiye yorsan İclal Aydın'dan farkın kalmaz. Kayıtsız da kalamıyorsun, inandırıyor da.
Yok arkadaş benim için cennet, cehennem, ahiret, kıl, tüy fark etmez, ben görmek istiyorum. Ne olduğunun önemi yok, birşeyler görmeliyim. Yok öyle her alemde kör olmak. Ben dünyada körsem, görenler de öbür dünyada kör olsun, yalnız annem hariç. Babama zaten yapabileceğim bir şey yok bu saatten sonra.
Bazıları da diyor ki görmemek daha iyiymiş. Yok dünya zaten kötü bir yermiş, görmeye değmezmiş. O zaman iyi yer neresi. Cennette de kör yaptı Bay Uluses bizi.  Görmek iyi değil diyen arkadaş oy gözünü de görme. Göz var, bıçak var. Sokarsın gözüne akar gözün yalanınla beraber. Bir göz nasıl akar onu bile göremem ben ama çok kötü bir? şey olduğunu tahmin ederim ve bu olayı bile görmek isterim. İster inan ister inanma görememek iyi değil, yalan gibi. Neyse çok ajite ettim durumu. Haklıyım arkadaş, haklıyım. Adalet istiyorum. Anladık bu dünyada zaten adalet yok da bırakın da başka bir yerde adalet olduğunu hayal edelim, umut edelim. Ben 'Yar saçların lüle lüle, yar benziyor beyaz güle' şarkısını anlamak istiyorum. Lüle lüle nasıl olur bir saç ve beyaz nasıl bir renktir, onu görmeyi geçtim hadi görürüm yok, bilmek istiyorum. Anlatsana ulu sesinle Bay Uluses. Şunu da bil ki Bay Uluses, İbrahim Tatlıses'in sesi bile daha fazla güven veriyor. Şimdi soruyorum Bay Uluses'e:

Biliyorsun ki ben körüm ve varım
Niye bulandırıyorsun suyumu
Belki berrak sularda yüzmek istiyorum
Ölüme yaklaşırken kayalara çarparak
Önümü görmeden

Ve ona diyorum ki:

Ses tellerin kopsun emi, hem burada hem de ahirette.



Bu anlattıklarımı benim için yazan Dickdastardly'e de çok teşekkür ederim.

GEÇ GELEN ÖZÜR


Sevdiğim kadın beni bırakıp gittiğinden beri Dertliler Meyhanesi evim olmuştu.İşten yorgun argın çıkıp soluğu burada alıyor, Bilal abi ''Haydi Muttleyim kapattık '' diyene kadar domuz gibi içiyordum.Benden yana çok muzdaripti Bilal abi.Yazık ediyordum kendime.Genç adamdım.Biraz gayret etsem üstesinden gelirdim bu ayrılığın.
Bir akşam yine Bilal abi yanıma oturup:''Bunları yaşıycaksın oğlum,hepimiz yaşadık bunları.Yaşayıp büyüyceksin ama yeter artık içtiğin.Seni böyle görmeye gönlüm razı gelmiyor.''dedi.''Sen de açmasaydın bu meyhaneyi.'' diye karşılık verdim.Bilal abi çok kızdı:''Kalk git lan mekanımdan.Bir daha da kapıdan içeri adımını atma!'' dedi.''Parasıyla değil mi arkadaşım?'' deyince, Oğlu Bünyamin'le beraber bir güzel dövdü bunlar beni.Dayağı yiyince kafam açıldı.Bilal abinin elini öpüp helallik istedim:''Tövbe bi daha ağzıma sürersem abi'' dedim.Gözleri yaşardı; alnımdan öpüp:''Sana vurduğum için özür dilerim Muttleyim, kusura bakma'' dedi.''Estağfurullah abi olur mu öyle şey? Kendime getirdi o dayak beni.Ellerin dert görmesin''dedim.Sonra kasa da oturan Bünyamin'e dönüp:''Bünyamin, bi özür dilemiycek misin abinden?'' diye sordum.''Ben sadece iki tekme attım'' diye cevap verdi.''Biri hayalarıma geldi ama'' deyip özür dilemeye mahkum ettim onu.Fakat yezid bir türlü kabul etmiyordu özür dilemeyi.''Özür dilemek bir erdemdir Bünyamin.Bunu bilmiyor musun yoksa?Bak baban da diledi'' deyip yalvarırcasına ikna etmeye çalıştım bu sefer.Tekrar reddedince Bilal abiye dönüp:'' Abi şu oğluna bişey söyle özür dilesin benden'' dedim.Bilal abi Bünyamin'in yanına gidip kulağına birşeyler
fısıldadı.Bünyamin:''Olmaz baba olmaz'' diye bağırınca Bilal abi bir tokat attı buna.Bilal abi tokadı atar atmaz ben olduğum yerden fırlayıp daldım Bünyamin'e.Bir yandan yumruklayıp bir yandan da:''Şimdi diliycek misin lan özür?''diye bağırıyordum.Bilal abi bizi ayırmaya çalışırken Bünyamin'in midesine vurdu yanlışlıkla.Bünyamin fenalaşıp yere çömeldi.Bunu görünce Bilal abiye ''Abi sen manyak mısın?Mideye öyle vurulur mu?'' dedim.''İstemeden oldu abisi''dedi.''Ya bırak Allah aşkına! İstemeden olmuşmuş''dedim.Bilal abiyi itip Bünyamin'i yerden kaldırdım.''Bişeyin var mı koçum?'' diye sordum.''Yok abi iyiyim''dedi ama belli ki çok gücüne gitmişti babasından yediği bu darbe.İçi rahat etsin diye ''İstersen ben tutayım babanı, sen de ona vur ''dedim.''Tutsana''dedi.''Oha lan olur mu öyle şey''dedim.''Tut tut.Zaten bi tane vurucam.''dedi.''İyi tutalım bari'' deyip Bilal Abi'ye sarıldım arkasından.Bilal Abi ne olduğunu anlayamadan Bünyamin buna bir-iki vurdu.''Tamam Bünyamin yeter''dediysem de oğlanı durduramıyordum.Baktım olacak gibi değil ben de giriştim Bilal Abi'ye.Bir iki saaat kadar dövdük biz bunu. Neden sonra yaptığımızın yanlış olduğuna kanaat getirip durabildik.Bünyamin'e dönüp:''Kalk bi bardak su getir abine''dedim.Koşa koşa gidip suyu getirdi bu.''Bi baksana abi nefes alıyo mu?''diye sordu, ben suyumu içerken.''Hiç bişey olmaz benim Bilal abime.Eski topraktır o''deyip oturduğum yerden sırtına sıvazlamaya çalıştım Bilal abinin.Bu sırada Bilal Abi kendine gelir gibi oldu.''Mnı ırzını s.ktiklerim''dedi.Bünyamin, Bilal abiye dönüp:''Doğru konuşsana lan''dedi.Sonra babasına 'lan' dediği için biraz utandı galiba.Bilal abi yattığı yerden bize küfredip, tehditler yağdırıyordu. Bünyamin:''Bak baba küfretme''diye bağırıp, biraz korkudan biraz da belki babası onu affeder diye yalandan bir sinir krizi geçirdi.Kendisiyle ilgilenecek tek insan olan ben hiç oralı olmayınca bir iki dakika yerde debelenip,kalktı.''Noldu bana ya?''deyince kendimi tutamayıp bir tokat attım buna.''Biraz delikanlı ol lan''dedim.Utanıp ağlamaya başladı.Bir yandan ağlıyor bir yandan da: ''Abi naapçam şimdi ben?İyileşince çok pis döver bu adam beni.Hem küfür de ediyo''dedi.''Oğlum kendinde değil şimdi o.Kendine gelince pişman olacak yaptıkları için''dedim.Bunu duyunca biraz rahatladı. Boynuma sarılıp:''Hayalarına vurduğum için özür dilerim abi''dedi.

4 Mayıs 2010 Salı

ÖLMEDEN MEZARA KOYDULAR BENİ
















(isimsiz mis gibi mezar taşı ipi de var)

DÜELLO

Bir düelloda
Daha büyük bir şey vardır
Ve daha acıdır bu
Ölümden de ölüm korkusundan da

Bakarsın dün en güvendiğin kişi
Karşı tarafın şahidi olmuş
İşte acıdır bu da
Ölümden de korkusundan da

Daha da acısı vardır ama
O da sevdiğin kadının
Karşı tarafı ziyaret etmesidir
Bu bir nezaket ziyareti de olsa
Düello gerçekleşmemiş de olsa
Acıdır bu
Ondan da ondan da

Daha da acısı
Kılıcın elinde
Alnında bir tutam güneş
Kalakalıyorsun ortada


Cemal Süreya'nın en sevdiğim şiirlerinden biridir.Bir yaşanmışlığın ürünü olduğunu belli eder ayan beyan.Ancak ben şiirin son kısmını -daha da acısı kılıcın elinde alnında bir tutam güneş kalakalıyorsun ortada-bir başka severim ki Cemal Süreya okurken sıkça başıma gelen bir durumdur bu; şiirin bütünlüğünden uzaklaşıp içindeki bir deyişe, bir acayipliğe takılıp kalmak.İkinci Yeni şiirinin resimle arasında sıkı bir ilişki vardır.Bu dönem şairlerinin şiirlerini okurken kafanızda bir görüntü canlanır.Bu son kısım için benim, kafamda canlandırdığım görüntüde;ihtiyar bir adam zamandan ve mekandan uzak, güneşin ısıtmayıp sadece aydınlattığı bir yerde elinde kılıcıyla, neden ve niçin orda bulunduğunu bilmeden beklemektedir. Burda -şiirin bütününün hissettirdiği duygudan bağımsız- bir gün herşeyi unutacağım fikrine kapılıveririm.
Küçükken mezar taşlarındaki isimleri okumanın unutkanlığa sebebiyet vermesi gibi bir hurafe duymuştum ve aklım çıkmıştı.Çocuk aklımla o ana kadar unuttuğum her şeyi bu isimleri okumama bağladım.Unuttuklarımı geri kazanmak ve artık hiçbir şeyi unutmamak adına sabahları aç karına bala, pekmeze abandım.Şifalı bitkiler kitaplarında 'unutmak hastalığı'na deva olan otların isimlerini birbir ezberledim.Bunları yapıyordum fakat bir mezarlığa girdiğimde aklımın bana yasakladığı 'mezar taşlarındaki isimleri okuma' kuralını çiğnemek -artık bunun bir yasak olmasıyla ilgili- bana daha bir cazip geliyordu.Okuyordum ve akabinde unutuyordum.Okuduğum her Ali oğlu Ahmet her Ahmet kızı Fatma ismi hafızamdan bir? şeyler çalıyordu.Engel olamıyordum.
Birkaç sene sonra bunun bir hurafe olduğunu öğrendim, daha doğrusu hurafenin ne demek olduğunu.Fakat birşeyleri unutmaya devam ediyordum.Kısa süreli belleğim gayet iyi çalışırken, uzun süreli belleğim yiyip, içip yatıyordu.Sözgelimi telefon rehberinden bir numaraya baktıktan sonra aynı numarayı noksansız çevirip aradığım kişiye ulaşabiliyordum.Bu kısa süreli belleğimin işiydi.Ancak uzun süreli belleğimin işini yapmaması üzerine ben, artık onun yapması gereken izlediğim filmlere ait görüntüleri, okuduğum kitaplarla ilgili bilgileri hatırlamak (örneklere dikkat) gibi işleri de kısa süreli belleğimin sırtına yükledim.Üvey evladım gibi olmuştu kısa süreli bellek ve gel zaman git zaman hırpalandı o da, elden ayaktan düştü.Yıllar sonra bugün anahtarlarımı koyduğum yerde bulamıyorum çünkü aradığım yer onları koyduğum yer olmuyor çoğu kez. Ben de ihtiyacım olan her şeyi ceplerimde taşıyorum.Bu durum ceplerimde ciddi bir kargaşa yaratsa da işe yarıyor.
Yaşadığım onca şeye rağmen şunu söyleyebilirim ki; hafızamın zayıflığı nedeniyle ben deneyimsiz bir adamım.Aklımda kalan son bilgi ve hatıra kırıntıları da yitip gidecek diye ödüm kopuyor ve buradan yetkililere sesleniyorum:Mezar taşlarının üzerine artık isim yazılmasın!

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Mektup




Hasretle beklediğim sevgilime,



Yakarışlarımın bir sebebi var. Yalnızlığımın bir sebebi var. Seni sevmemin bile bir sebebi var, ister inan istersen sumo güreşi yap.
Sen uzaklardayken hep seni düşünüp ağlardım. Seni göreceğim günü hayal edip tebessüm ederdim. Bir tebessüm insanı ne kadar çirkinleştiriyor sen gitmeseydin öğrenemeyecektim, iyi ki gittin demiyorum. Benim dağ kokulu yarim, kokun burnumdan gitmiyor, annenin hala gömleklerine bit tableti takmasının elbette bunda etkisi vardır; ama en önemli sebep sensin. En önemlisin sen.
Geçen gün bizim berber Necati'nin dükkanı var ya Ateş Kuaför, onun önünden geçerken şarkımız -bu arada Necati'nin saçları hala iğrenç- çaldı. Nasıl başlıyordu o şarkı, şöyle miydi?

'Aklıma gelir birden
Hiç beklemedigim bir anda aniden,
Anılar kopmaz benden
Beni ağlatan onlar,anılar zaten(2x)
Sımsıkı sarılmalar
Sımsıcak bakışmalar
Heryerde hayalin var
Söyle senden nasil bu can kopsun yar

Seviyorum her şeyim sensin,
Vazgeçemem beni sen bilirsin,
Seviyorum neden mi dersin,
Senden baska sevilecek biri mi var?

Seviyorum herseyim sensin,,
Vazgeçemem beni sen bilirsin,
Seviyorum neden mi dersin,
Senden başka sevilecek biri mi var?

Ağlarım birden
Gözlerim doluyor aniden,
Yüreğimde sızı
Kalbimde bin acı özlemekten
Sen benim canımsın
Hasretim aşkımsın
Her yerde hayalin var
Dinmeyen acım yaramsın..

Seviyorum herseyim sensin,,
Vazgeçemem beni sen bilirsin,
Seviyorum neden mi dersin,
Senden baska sevilecek birimi var?

Kimbilir ne hallerdesin
Kim bilir hangi köşe bucak bir yerdesin
Yalvarsam kosup yanıma gelir misin
Beni eskisi gibi sever? misin
Pişmanlığımı görüp gözlerime bakıp affeder misin
Sensiz bir ölü gibiyim gülüm desem
Döner misin döner misin? '

Başını hatılayamadım, Google'dan buldum copy paste yaptım. Hatırlayamadığım için beni affet; ama müzikle beraber söyleyebiliyorum. Sonu çok güzel ama hayatım. 'Sensiz bir ölü gibiyim gülüm desem, Döner misin döner misin?' 'Ben bir dönerim beni ye' dediğini duyar gibi oluyorum. Seninle ilgili anılarım geliyor aklıma. Nasıl da döner yerdik bellediğimiz yerlerden. Bir gün de 320 lira verdiğimizi hatırlıyorum da döner ekmeğe, çılgınız biz be.
Çılgın yarim, sensiz her şey çok basic. Geleceğin günü iple çekiyorum ve sana çok beğeneceğin bir sürprizim var. Bu arada belki haberin yoktur bizim Ahmet Abi var ya, hani açık büfe kahvaltıcı, o öldü. Çok üzüldüğünü hissediyorum. Ölüm Allah'ın emri ama yeni bir kahvaltıcı bulmamız gerekecek, onun yanındaki sümüklü beceremez.
Seni yemek yemek kadar çok seviyorum.
Dünyada bu cümleye sevinebilecek tek kadına sahip olduğum için dünyanın en şanslı erkeğiyim...


Sevgilin Mahmut...

2 Mayıs 2010 Pazar

İÇİM İÇİME SIĞMAZ OLDU


Perşembe akşamı arkadaşlarla buluşmak üzere evden çıktım.Buluşacağımız mekan evden yürüme mesafesindeydi.Avucumun içi gibi bildiğim şehirde Atatürk Bulvarını geçer geçmez işime en yarayan kestirmeye saptım.Bu şehri seviyordum, arkadaşlarımı seviyordum, bunları düşünerek taptaze bahar havasıyla doldurdum ciğerlerimi. Yürüdüm.Az ilerde mekanın ışıkları havayı aydınlatıyordu.''İçerisi manita kaynıyordur''dedim içimden, içim de kıpır kıpır oluverdi.İçim ve ben mekana girmeye hazırdık.Sonra birden farkettim ki; içim okadar da hazır değil; bi heyecan, bi stres yapmış bu.Çektim, konuştum:''Oğlum'' dedim,'' biz seninle ilk defa mı geliyoruz buraya?''. ''Yok abi '' dedi. ''Ee, ne bu tavırlar?''diye sordum.Cevaplamaya hazırlanırken''Bana cevap verme lan!'' deyip bi iyi dövdüm bunu.Sonra yattığı yerden kaldırıp bi banka oturttum.''Bi sigara ver de yanalım abi''deyip güldü.Bir defa dövmekle dayak arsızı olmuştu hayvan.Üzülüp uzattım sigarayı.Paketten iki dal sigara çekip birini yaktı, diğerini de kulağının arkasına sıkıştırıp:''Bunu da sonra içeriz artık'' deyip sırıttı.Yaptığı bu pişkinliğe çok sinirlendim:''Ulan az önce dövmedim mi ben seni? Ne çabuk unuttun it herif!''dedim.Çekip aldım ağzından sigarayı yere atıp ezdim.Kulak arkasındakini de alıp pakete geri koydum.''Yok lan sana sigara migara.Ya adam olursun ya da s.ktir olup gidersin''dedim.''Tamam aaabi; öyle olsun''deyip banktan kalktı, aksi yöne doğru yürümeye başladı.Arkasından ''Gel lan gel şaka yaptım'' diye bağırdım.Elini havaya kaldırıp belli belirsiz hareketler yaptı.''İyi lan sen bilirsin'' deyip girdim mekana.İçim gitti.
Arkadaşlarımın oturduğuyu masayı buldum.Bi sandalye çekip ben de oturdum yanlarına.'Nasılsınlar', 'iyi misinler', 'iyiyim sen nasılsınlar', 'ben de iyiyimler'den sonra herkes kendi havasında gülmeye eğlenmeye başladı. Benimse hiç eğlenecek halim yoktu.Canım sıkkındı, içim burkulmuştu bir kere. Küstürmeyi başarmıştım onu.Bütün akşam onu düşündüm;kim bilir neredeydi şimdi? Yol iz de bilmez kaybolup giderdi şehrin kör sokaklarında.Daha fazla dayanamadım.Arkadaşlardan müsade isteyip kalktım.Hiç,yok bilader olmaz, nereye arkadaşım salmayız diyen olmadı.O an anladım tek gerçek dostumun içim olduğunu.Bütün gece aradım onu.Girmediğim hastane, sormadığım karakol kalmadı.Hiç umudum kalmayınca yorgun argın evin yolunu tuttum. Kapının önüne gelince içerden sesler geldiğini duyup kulak kesildim.Bir süre sessizce dinleyip içerdekilere farkettirmeden girdim eve.Salona sokuldum usulca.Televizyon açıktı, hemen karşısındaki kanepede de içim uzanmış, film seyrediyordu.Beni görünce:''Oo, abim gelmiş. Gel abi otur.Bomba gibi film yakaladım.Kola da var'' dedi.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Bir çınar devriliyor : İLYAS ADIYAMAN.


'Çelik Adam', 'Yarının Adamı', 'Kripton'nun Son Oğlu' güzel isimlerinin bazıları bunlar ancak hepimizin bildiği bir ismi var:Süpermen.Ve evet o muhterem şahıs, o güzide insan ölüyor!
Yıllarca bir yalanla uyutulduk sevgili okurlar.Yok efendim Kriptonluymuş, vay efendim uzaydan gelmiş.Bilakis kendisi Van'ın Gevaş ilçesinin Kayalar köyündendir ve adı da İlyas Adıyaman'dır.İşte bu güzel abimiz biraz evvel edindiğimiz bir bilgiye göre bugün sabah saatlerinde karaciğer yetmezliği ve yine karaciğerinde bulunan bir tümör nedeniyle Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde tedavi altına alınmış.Hastalığın nedenini yıllarca solar enerji emebilmek, teleskopik görüşle bakabilmek, gözden lazer gibi kırmızı ışıklar çıkarabilmek, uçabilmek ve hıphızlı koşabilmek için kullandığı sayısız ilaca bağlayan doktorlar hastalığın çok ilerlediğini ve Adıyaman için artık yapılabilecek pek birşey kalmadığını belirtmişler.
Bu haberi alır almaz yıkıldık.Adeta çok üzüldük.Ama biraz da iyi oldu ite sen okadar cambazlık yap; kuş ol uç, at ol koş olacağı buydu işte.Ölsün de aklı başına gelsindi biraz.Her neyse iyiler bir kez daha kaybediyor ve kötüler kazanıyordu.
Şimdi sevinin Lex Luthorlar, Metallolar, Mr.Mxyzptlkler.Ama unutmayın bu vatanın anaları daha çok Süpermenler, Betmenler doğurur!

30 Nisan 2010 Cuma

Cİ-GU-Lİ


İki dağın arasında, kollarını biçimsizce birleştirmiş, ne yapmaya çalıştığını anlayamadığınız, hiçbir şeye benzetemediğiniz bu yaratık benim kahramanım.
Ne zaman başım belaya girse onun ismini hecelemem yeterli. Cİ-GU-Lİ! İhtiyacım olduğu bir zamanın ertesi, 2 saatlik bir ısrardan sonra fotoğrafını çekmeme izin vermesi cinler aleminden atılmasına sebep oldu ve bu fotoğrafta bir gariplik var. Öncelikle bu fotoğraftan önce CİGULİyi çağırmama sebep olan o talihsiz olaydan bahsedeyim.
Antalya'ya tek başıma tatile gitmiştim. Deniz tatilllerini pek sevmediğimden ve cebimde de para olmadığı için Akseki Dağları'nın yolunu tuttum. Otostop çektim, sağolsun Veli Dayı beni yakın bir yere kadar götürdü. Çok konuşması; onu hatırlarken hala tüylerimi diken diken etse de fena adam değildi Veli Dayı. Allah razı olsun diyip geçilecek cinstendi. Diyorum; allah razı olsun. Geçiyorum; geçtim.
Veli Dayı beni bıraktıktan sonra kendime çadırımı kurabileceğim bir yer bulmaya çalışıyordum. Yanıma 1 hafta yetecek kadar yiyecek almıştım. Ayrıca bu dağda öncelikle su bulmak zorundaydım. Derken bir ırmak kenarı buldum, Çadırımı kurmak için işe koyuldum. Çadır dediğime bakmayın. Kurban bayramlarında et kesmek için yere serilen, her bayramda tekrar kullanılacakmış gibi atılmayıp bir sonraki seneye kadar kesin atılacak olan naylondan bahsediyorum. Ormanda iki ağacın arasında güzel bir yer buldum, naylonu gerdim. Fazla uğraşmadım. 4 saatte kurdum çadırımı. Zaten en önemlisi başımı sokacak bir yer bulmaktı. O da olmuştu. Allahım ne kadar şanslıyım diye şükrettim. E doğayla içiçe yaşıyorsan şükredeceksin tanrıya, koruyacak seni. Şükrettim, korumadı. Koruyan CİGULİ oldu. Allah mısın be CİGULİ diye bağırmama neden olan olaya geldi sıra.
Çadırdaki kanın sebep olduğunu sandığım olay şöyle cereyan etti. Tam çadırı kurdum, biraz karnımı doyurayım diye oturdum, annemin yaptığı haşlanmış yumurtalı soğanlı sandöviçimi yemeye koyuldum. Karşımda beliren şeye bakmam gerekirdi. Davetiyeyi yollamıştım ona. Gayet iri boz bir kurt. Şimdi sıçtım diye içimden geçirdim. Bana kanlı naylonu çadır yapmamı söyleyen dedemden nefret ettim. Benimki de akıldı, dağa kan kokusu yayan bir naylon çadır kur, içine geç, rahat rahat yemeğine yumul. Otobüsteki muavinin ahı tuttu sanırım. Bana kötü kokmuyordu, alışmıştım ama alışmayanlar için büyük bir problemdi. Affet muavin kardeş, özür dilerim. Asıl yalvarmam gereken kurttu. 2 saniyede ne kadar çok şey düşünmüştüm. Adrenalin yükseldikçe saniye başına düşündüğüm şeyler ikiye katlanıyordu. Gerekçesiz bir nedenden Cİ-GU-Li diye bağırdım heceleyerek; ama ne bağırma. Sanki Bulgaristan'dan Çalgıcı Karısı Binnaz'ın kocasını çağırıyordum. Anlayamıyorum, neden ki, anlamsız, Cİ-GU-Lİ ne lan manyak, şarkıcıydı vardı, kayboldu gitti. Ama işe yaradı, o çıktı ortaya. Resimdeki varlık. Birden kurdun üstüne atladı, Kurttan daha seri, daha akıllı, daha güçlüydü. O zamanlar Avatar filan yoktu meydanda. Sanırım uydudan bizi izleyen Amerikalılar Cİ-GU-Lİ'den esinlendiler. Telif istesem vermezler ki. Allah belalarını versin, puştlar, göt herifler. Pis pis konuşturuyorlar adamı, lanet olsun. Neyse bizimki yedi kurdu, konuştuklarımız aramızda. Cİ-GU-Lİnin kendi alemiyle arası iyi değil daha fazla deşifre etmeyeyim, ayrıca bir başka film macerası daha çıkmasın uyanık, hırsız yapımcılara. James Cameron'un ağzına sıçayım. O günden sonra ne zaman çağırsam hep yanımda oldu, kahramanım oldu. Hiç unutmam, uzun uğraşlardan sonra fotoğrafını çekmeye ikna etmiştim onu. Tamam dedi, sonra 'poz ver' dedim. 'Poz ne' diye sordu. Dedim ki; 'teknik, özel ve yapım şartları ile birim fiyat tarifleri bulunan ve anlaşmalarında bedeli gösterilen veya sonradan yeni fiyatı yapılan iş birimleri'. 'Ne?' diye sordu tekrar. 'Bu inşaat terimindeki anlamı. Şimdi bahsettiğim anlamı ise kısaca duruş' dedim. 'Yani bana fotoğraf için dur diyorsun' dedi. 'Evet' dedim, durdu. Gördüğünüz bu fotoğraf da öyle oldu. Boydan aldığım birçok fotoğraf daha var. onları yayınlayamıyorum. Ayaklarının tersliğinden.
Seni çok seviyorum Cİ-GU-Li.
Fotoğrafını çektirdiği için kendi aleminden atıldı. Şu anda orduda asker. Bizim aleme gelir gelmez vatan borcu dediler tuttular götürdüler. Şu anda Manisa'da. İstediğim zaman hecelerim gelir. Heceliyorum gelecek, oturup rakı içeceğiz. Eski günlerden bahsedeceğiz. Belki bir de ufak açarız. Çağırıyorum: 'Cİ-GU-Lİ!'
'Hoş geldin Cİ-GU-Lİ, benim güzel arkadaşım. Nasılsın?'

KENDİSİNİ TELEVİZYONDA NEREDEYSE HER AKŞAM GÖRMEMİZE RAĞMEN ONUN BİZDEN SAKLADIĞI, GÖRMEMİZE BİR TÜRLÜ İZİN VERMEDİĞİ BİR ŞEY VARDI..


Kendisini televizyonda neredeyse her akşam görmemize rağmen onun bizden sakladığı görmemize bir türlü izin vermediği birşey vardı ki çok şükür geçenlerde birazını görebildik.Evet hepinizin tahmin ettiği üzere Rıdvan Dilmen'den ve onun ALINından bahsediyorum.
Aslında ülke olarak bunun olmasını çok uzun zamandır merakla bekliyorduk.Merak ediyorduk etmesine ya ürkmüyor endişe duymuyor da değildik ALINın görünmesinden.Bu adam bu ALINı bu denli gizlediğine göre kesin bambaşkaydı bu ALIN.

YOLCULUK BAŞLIYOR

Bir akşam karar verdim; ertesi sabah yola çıkacak ve yurdu karış karış dolaşıp ALINı soracak, bu gizemi çözecektim.Öyle de yaptım. Ülkeyi dolaşmaya orta karadenizden başladım.Sinop'un Boyabat kazasının Çarşak köyünde bir kahvede aldım soluğu.ALINın bilinmezliğini çözmeye buradan başlayacaktım. Fakat beklenmedik birşey oldu ben daha sormadan bir ihtiyar başladı ALINı anlatmaya.ALIN hakkında atıp tutuyor, ALINa dil uzatıyor, daha da önemlisi ALINı yok sayıyordu.Bir hışımla kalktım kahveden.İhtiyar canımı sıkmıştı.Çarşak köyü ALINın gizemini çözmem için doğru bir başlangıç noktası değildi bunu anladım.Yağmur çamur, kış soğuk, gece ayaz demedim tekrar vurdum kendimi yollara.Ama olacak iş değildi nereye gitsem kimle konuşsam ben daha sormadan laf bir iki hoş beşten sonra ALINa geliyordu.ALINla ilgili görüş alışverişinde bulunuluyor, espriler yapılıyor,bitmek tükenmek bilmeyen münakaşalar sonrası bazen silahlar çekiliyordu.Ülke ALINcılar (ALINı sevenler) ve ALINsızlar (ALINı sevmeyenler) olarak ikiye ayrılmıştı.Ben tabiki koyu bir ALINcıydım.Bir gece fanatik ve militan ruhlu birkaç ALINcıyla birlikte bu davaya baş koymaya karar verdik ve Dilmen peruklarımızı taktık.Ülke artık eskiden olduğu gibi bir yer olmayacaktı hatta dünya değişecekti bunu çok iyi biliyorduk.
Biz militan ALINcılar şimdilik silahlı bir örgüt olmaktan ziyade bir bilgilendirme aydınlatma timiydik.İnsanlarla konuşup ALINı anlatıyor hakkında pek fazla bilgimiz olmamasına rağmen ALINı sevecek ve ona sahip çıkacak yeni bir nesil yaratmaya çalışıyorduk.Pek de s.klenmiyorduk.

KAÇIRMA PLANI

Militan arkadaşlarla aramızda ALINla ilgili konuşuyorduk çokça.Konuşuyorduk konuşmasına ya biz de net değildik bu ALINla ilgili.Yani demem o ki ALIN herkes gibi bizim için de gizemini koruyordu hala.Ülke çalkalanıyor ve bir kaos ortamı yaratılmaya çalışılıyordu.Bütün bu gelişmelere rağmen Dilmen sessizliğini koruyor ALINı göstermeyi reddediyordu.İşte bu sessiz kalış bizi bir karar almaya mecbur etti:Dilmen'i kaçıracaktık.Bunun iki iyi sebebi vardı;birincisi Dilmen tehlike altındaydı ve kendisine sahip çıkacak kimsesi yoktu.Medya ve birtakım politikacılar ülkedeki bu kargaşanın mimarının Dilmen olduğunu söylüyor ve onu açık bir hedef olarak göstermekten geri durmuyorlardı.İkincisi ise tabiki ALINı görmeye muvaffak olacaktık.Bir akşamüstü iyi bir planla Dilmen'in kapısına dayandık,içeri girdik.Ancak ev boştu.Yıkılmıştık.Kimbilir Dilmen şimdi kimlerin elindeydi ve hali niceydi.Bu olaydan sonra bir hafta on gün her yerde onu aradık.Sonra aramaktan sıkılıp vazgeçtik Dilmen'den.Çünkü artık mühim olan o değil davamızdı.Sonuçta bizim için değerli olan Dilmen'den ziyade ALINdı.ALINsa artık somut bir gerçeklik olmanın ötesinde bir değerdi bizim için.Anamız bacımız olmuştu ALIN.

BİRTAKIM SÖYLENTİLER

Dilmenin ortadan kaybolmasından bir-birbuçuk ay sonra kulağımıza birtakım söylentiler geldi;Dilmen FBI tarafından kaçırılmış ve ALIN NASAlı bilimadamlarınca incelenmişti.Buna göre ALINda Dr. Manhattan'ın dart dövmesine benzeyen bir sembol vardı ve bu sembol ona eşsiz bir güç olanağı sunuyordu.Biz buna hemen inandık.Adamın gol olmadan evvel gol olur demesini buna bağlayıverdik.Futbol bilgisini görgüsünü hiçe saydık hemen.Ancak öngördüğümüz gibi sorun artık ülke sınırlarını aşmış ve uluslararası bir mesele haline gelmişti.Bundan sonraki adımı çok dikkatli atmalıydık.

REDDEDİYORUM

İşte biz bu sonraki adımı düşünüp hesaplarken yıllar geçti.Ancak ALIN gizemini korumaya devam etti.ALIN her yerde konuşuldu, hakkında çok yazılıp çizildi ALINın.Bu arada Dilmen saklandığı delikten çıktı ve ALIN hakkında ortalıkta gezen bütün söylentileri yalanladı.Ancak bu kadardı Dilmen'in açıklaması.Ben bu haberi işitince Dilmen'den tiksindim.ALINdan da biraz soğudum galiba.Daha sonra ALINı yok saymam da bu olayların bir neticesiydi.Evet yalnış duymadınız yok sayıyordum ALINı ve öyle olduğuna da yani ALINın hiç bir zaman varolmadığına da yürekten inanıyordum artık.
Dünya medyası ve ulusal basın olaya olan ilgilerini yitirmişlerdi.Ancak halk arasında çoktan efsane olmuştu ALIN.

ÇOK ŞÜKÜR

Ve herkesi hayretler içinde bırakan olay geçenlerde yaşandı:ALIN biraz göründü!Evet ALIN saçların iki yana hafifçe ayrılmasını fırsat bilip ilk defa gösteriyordu kendini.Ne yalan söyleyeyim ALINı artık reddediyor olmama rağmen ben bile çok etkilendim o kadar ki gözyaşlarım iki tomurcuk olup yanaklarımdan çeneme kadar süzülüp oradan da yüreğime aktılar.''Varsın ALIN'' dedim ve ''seni çok seviyorum''.